17 Ağustos …
Preslenmiş beton blokların arasından sesimi duyan varmı çığlıklarıyla birden
bire zifiri karanlıkta kırıcı sarsıntılarla uyandığımız o gecenin üzerinden tam
tamına 20 yıl geçti. Unuttuk mu, elbette hayır. Etkisi halen üzerimizde mi,
tabiî ki evet. Bilinçaltımız neredeyse çeyrek asra yaklaşmasına rağmen günün
devam eden olağan koşullarında dahi en ufak bir yer titremesinde hemen o kabus
gecesini tekrar gözlerimizin önüne ışınlamakta bir an olsun tereddüt etmiyor.
Anlatılarak ifade edilmesi çok güç bir zaman dilimiydi. Derler ya anlatılmaz
yaşanır. İşte tam öyle bir geceydi. Tarih
17 Ağustos 1999, Saat 03:02. 7.4! 45 saniye! Kulakları sağır eden bir ses. Yer
kabuğunun harekete geçmesi ve sonrası … Kirişlerin (Sütun) içerisinde ki demirlerin çarpışma seslerinin yürek
kopartan uğultusu. Odaları birbirine bağlayan duvarların hane halkı üzerine üzerine
yürümesi. Tonlarca ağırlıkta ki binaların yüzükoyun ve sırtüstü yatıp tekrar dirilmesi.
Babamın deprem oluyor! Kalkın! Çabuk olun! Bağrışları üzerine gözlerimizi açtığımızda müthiş bir gürültü ve sağa sola savrulan beton binanın içerisinde ne yapacağımızı bilemeden dış kapının yolunu tutmak için sarf ettiğimiz gayret yüzyıllarca unutulacak bir şey olmasa gerek. İç kapıya ulaşırken zemini dümdüz olan holün tüm duvarlarından destek alarak yol alabildiğimizi fiziki olarak nasıl anlatabilirim ki! Merdivenlerden bahçeye açılan kapıya paldır küldür ne şekilde indiğimizi nasıl tarif edebilirim ki! Kendimizi sokağa attığımızda ne tür bir buhranın içerisinden çıktığımızı nasıl tahlil edebilirim ki! Nefes nefese. Kalp adeta yerinden çıkacak gibi tak tak tak tak atıyordu. Bu nasıl bir şeydi! Ne oldu! Daha önce böyle bir şey görmemiştik ki! Elektrikler kesilmiş, iletişim hatları kopmuştu. O da ne? Gökyüzünde ki yıldızlar geceyi aydınlatıyordu. Apaydınlık. Önünüzü görebilmeniz için ışığa ihtiyaç yoktu. Kendini yola atabilen derin bir nefes alıyordu. Sokaklar insanlarla dolup taşmıştı saniyeler içerisinde. Herkes olayın şaşkınlığı içerisinde yaşadıkları evlerinden her sallantıda birer adım birer adım uzaklaşıyordu. Acaba yıkılacak mı diye uzaktan çaresiz gözlerle izleniyordu. Artçılar kesilmek bilmiyordu. Hiç kimse sıcak yatağından ayrılırken yanına canından başka bir şeyi almayı düşünmemişti. Kılık kıyafet o anda ne varsa. Haber almak neredeyse imkansızdı. Antika radyolardan frekansı yakalayıp yaşanan felaketin boyutu hakkında bilgi edinmeye çalışıyorduk. Kısa bir zaman sonra radyoların vasıtası ile dünyayla iletişim kuruyor felaketin düşündüğümüzün çok üzerinde olduğunu işitiyorduk.
Günün ışımasıyla birlikte merkeze iniyor ve yıkılan binalarda yaşanan can pazarlarına şahitlik ediyorduk. Vakit saati gelenler ruhlarını teslim etmişlerdi. Yollar kapanmış, köprüler yıkılmış, iletişim kesilmiş, insanoğlunun var olduğu gözüken tüm dünyalık kazanımları birkaç saniye içerisinden elinden alınmıştı. Sıcak bunaltıyordu. Sapanca her ne kadar bir bedel ödemiş olsa da olayın vahameti açısından düşünüldüğünde ufak sıyrıklarla atlatmıştı asrın felaketini. Birkaç gün sonra Adapazarı’na gitmek için yola koyulduk. Adapazarı’na ulaştığımızda gerçek felaketin boyutları yürek yakan cinstendi. Yolda ilerlerken yıkılmış binalar, toza dumana bürünmüş sokaklar, patlamış kanalizasyonlar, ellerini başlarına ovuşturmuş, ne yapacağından habersiz çaresiz gözlerle olup biteni izleyen yüzlerce insanı, aynı hengamenin içerisinde gözlemleyebiliyordunuz. Şehir inanılmaz kötü kokuyordu. Bugün hala o koku burnumun ucunda. Aman Allah’ım! Tükenmiş bir şehir. Enkazların içerisinden yükselen yardım çığlıkları. Ulaşılabilene ne mutlu! Acı acı bağıran siren sesleri. Toplu mezarlar. Kefene konulamadan gömülen bedenler. Kireçle dezenfekte edilen ceset torbaları. Yıkıntının içerisinden çıkacak bir ses için dünyaları feda edebilecek anne ve babaların yıkıntıların önünde ki buruk bekleyişleri.
Sadece soğuk duvarlar değildi enkazın altında kalan! Tarihsel simgeler, semboller, yaşanmışlıklar, anılar, aşklar, hatıralar, arkadaşlıklar, dostluklar, unutulmaz enstantaneler. Bir nefes alış veriş mesafesinde alıp götürdü ne varsa şehre ait olan.
Halkın Adapazarı’nı seviyoruz, terketmiyoruz kararlılığı bir umuttu. Şehrin sevgilisi için bestelenen binlerce insan tarafından haykırılan” bazılarımız sokaklarda, bazılarımız çadırlarda bazılarımız barakada, yaşıyoruz Sakarya’da” sonrasında dillere pelesenk olan o mısralar. Çark caddesi esnafı inşa edilen prefabrik yapılarla ticareti ayakta tutmaya çalışırken depremin izleri çizgi halinde kendini fotoğraflıyordu. Şehir birbirine sımsıkı sarıldı, tüm unsurlar sahiplenildi ve bugünlere kadar gelindi. 1943, 1957, 1967, 1999. Yarım asır içerisinde şehir 4 büyük deprem felaketi yaşadı. 7 ve üzeri şiddetlerle. 1999 depreminde Sakarya’da 4000’e yakın vatandaşımız hayatını kaybederken 10 binin üzerinde vatandaşımız yaralandı. Yitirdiğimiz canları bir kez daha anmış olduk. Mekanları cennet olsun. Psikolojik travmaların günümüze yansımalarını rakamlarla ifade edemeyiz.
Fay hattı ortalama her 25 yılda bir bu topraklarda harekete geçiyor. Depremin üzerinden 20 yıl geçti. Yani istatistiklere göre bir deprem daha yaklaşıyor. Depreme ne kadar hazırız, ya da hazırlıklıyız gerçekten hiçbir fikrim yok. Çünkü söylenen bir çok şey bana pek inandırıcı gelmiyor. Öyle ya ! Yatay mimariyle övünüp dururken, tarım alanlarını imara açıp sulak alanların üzerine binlerce bina dikmek hangi mantıkla açıklanabilir. Bunu zaman gösterecek. Allah C.C hepimizi olması muhtemel büyük felaketlerden korusun. kalın. Sağlıcakla
Babamın deprem oluyor! Kalkın! Çabuk olun! Bağrışları üzerine gözlerimizi açtığımızda müthiş bir gürültü ve sağa sola savrulan beton binanın içerisinde ne yapacağımızı bilemeden dış kapının yolunu tutmak için sarf ettiğimiz gayret yüzyıllarca unutulacak bir şey olmasa gerek. İç kapıya ulaşırken zemini dümdüz olan holün tüm duvarlarından destek alarak yol alabildiğimizi fiziki olarak nasıl anlatabilirim ki! Merdivenlerden bahçeye açılan kapıya paldır küldür ne şekilde indiğimizi nasıl tarif edebilirim ki! Kendimizi sokağa attığımızda ne tür bir buhranın içerisinden çıktığımızı nasıl tahlil edebilirim ki! Nefes nefese. Kalp adeta yerinden çıkacak gibi tak tak tak tak atıyordu. Bu nasıl bir şeydi! Ne oldu! Daha önce böyle bir şey görmemiştik ki! Elektrikler kesilmiş, iletişim hatları kopmuştu. O da ne? Gökyüzünde ki yıldızlar geceyi aydınlatıyordu. Apaydınlık. Önünüzü görebilmeniz için ışığa ihtiyaç yoktu. Kendini yola atabilen derin bir nefes alıyordu. Sokaklar insanlarla dolup taşmıştı saniyeler içerisinde. Herkes olayın şaşkınlığı içerisinde yaşadıkları evlerinden her sallantıda birer adım birer adım uzaklaşıyordu. Acaba yıkılacak mı diye uzaktan çaresiz gözlerle izleniyordu. Artçılar kesilmek bilmiyordu. Hiç kimse sıcak yatağından ayrılırken yanına canından başka bir şeyi almayı düşünmemişti. Kılık kıyafet o anda ne varsa. Haber almak neredeyse imkansızdı. Antika radyolardan frekansı yakalayıp yaşanan felaketin boyutu hakkında bilgi edinmeye çalışıyorduk. Kısa bir zaman sonra radyoların vasıtası ile dünyayla iletişim kuruyor felaketin düşündüğümüzün çok üzerinde olduğunu işitiyorduk.
Günün ışımasıyla birlikte merkeze iniyor ve yıkılan binalarda yaşanan can pazarlarına şahitlik ediyorduk. Vakit saati gelenler ruhlarını teslim etmişlerdi. Yollar kapanmış, köprüler yıkılmış, iletişim kesilmiş, insanoğlunun var olduğu gözüken tüm dünyalık kazanımları birkaç saniye içerisinden elinden alınmıştı. Sıcak bunaltıyordu. Sapanca her ne kadar bir bedel ödemiş olsa da olayın vahameti açısından düşünüldüğünde ufak sıyrıklarla atlatmıştı asrın felaketini. Birkaç gün sonra Adapazarı’na gitmek için yola koyulduk. Adapazarı’na ulaştığımızda gerçek felaketin boyutları yürek yakan cinstendi. Yolda ilerlerken yıkılmış binalar, toza dumana bürünmüş sokaklar, patlamış kanalizasyonlar, ellerini başlarına ovuşturmuş, ne yapacağından habersiz çaresiz gözlerle olup biteni izleyen yüzlerce insanı, aynı hengamenin içerisinde gözlemleyebiliyordunuz. Şehir inanılmaz kötü kokuyordu. Bugün hala o koku burnumun ucunda. Aman Allah’ım! Tükenmiş bir şehir. Enkazların içerisinden yükselen yardım çığlıkları. Ulaşılabilene ne mutlu! Acı acı bağıran siren sesleri. Toplu mezarlar. Kefene konulamadan gömülen bedenler. Kireçle dezenfekte edilen ceset torbaları. Yıkıntının içerisinden çıkacak bir ses için dünyaları feda edebilecek anne ve babaların yıkıntıların önünde ki buruk bekleyişleri.
Sadece soğuk duvarlar değildi enkazın altında kalan! Tarihsel simgeler, semboller, yaşanmışlıklar, anılar, aşklar, hatıralar, arkadaşlıklar, dostluklar, unutulmaz enstantaneler. Bir nefes alış veriş mesafesinde alıp götürdü ne varsa şehre ait olan.
Halkın Adapazarı’nı seviyoruz, terketmiyoruz kararlılığı bir umuttu. Şehrin sevgilisi için bestelenen binlerce insan tarafından haykırılan” bazılarımız sokaklarda, bazılarımız çadırlarda bazılarımız barakada, yaşıyoruz Sakarya’da” sonrasında dillere pelesenk olan o mısralar. Çark caddesi esnafı inşa edilen prefabrik yapılarla ticareti ayakta tutmaya çalışırken depremin izleri çizgi halinde kendini fotoğraflıyordu. Şehir birbirine sımsıkı sarıldı, tüm unsurlar sahiplenildi ve bugünlere kadar gelindi. 1943, 1957, 1967, 1999. Yarım asır içerisinde şehir 4 büyük deprem felaketi yaşadı. 7 ve üzeri şiddetlerle. 1999 depreminde Sakarya’da 4000’e yakın vatandaşımız hayatını kaybederken 10 binin üzerinde vatandaşımız yaralandı. Yitirdiğimiz canları bir kez daha anmış olduk. Mekanları cennet olsun. Psikolojik travmaların günümüze yansımalarını rakamlarla ifade edemeyiz.
Fay hattı ortalama her 25 yılda bir bu topraklarda harekete geçiyor. Depremin üzerinden 20 yıl geçti. Yani istatistiklere göre bir deprem daha yaklaşıyor. Depreme ne kadar hazırız, ya da hazırlıklıyız gerçekten hiçbir fikrim yok. Çünkü söylenen bir çok şey bana pek inandırıcı gelmiyor. Öyle ya ! Yatay mimariyle övünüp dururken, tarım alanlarını imara açıp sulak alanların üzerine binlerce bina dikmek hangi mantıkla açıklanabilir. Bunu zaman gösterecek. Allah C.C hepimizi olması muhtemel büyük felaketlerden korusun. kalın. Sağlıcakla
Yorumlar
Yorum Gönder